İçindekiler
Feodal dönemin yemek kültürü, o dönemin sınıfsal yapısının ve sosyo-ekonomik ilişkilerinin bir yansımasıydı. Bu kültürde, zenginlik ve güç, sofralarda sergilenirken, köylüler sade, besin değeri yüksek fakat çeşitlilikten uzak yemeklerle hayatta kalmaya çalışıyordu. Feodal dönemdeki bu sosyal ayrışmalar, bugün de farklı şekillerde gözlemlenebiliyor. Modern Türkiye’deki sosyolojik değişimler, özellikle yemek alışkanlıkları, tüketim kültürü ve toplumsal sınıf farkları bağlamında bu eski dönemle benzer ve farklı yönlere sahip.
Feodal dönemin yemek kültürüne dair ana temaları, bugünkü Türkiye’deki sosyolojik dönüşümlerle paralel bir şekilde incelemek mühim. Toplumdaki gelir farkları, yemek alışkanlıkları üzerindeki etkileri, tüketim kültüründeki sınıfsal farklar ve kadının mutfaktaki rolü gibi unsurlarda orta çağdan bugüne gerçekten değişim oldu mu?
Feodal dönemde toprağa sahip olan lordlar ve onların himayesinde çalışan köylüler arasında belirgin bir sosyal sınıf farkı vardı. Toprağa sahip olmak, sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyal ve siyasi bir gücü simgeliyordu. Bu güç, büyük ziyafetler, egzotik yiyecekler ve av etleriyle dolu zengin sofralarda kendini gösteriyordu. Öte yandan, köylüler daha mütevazı yemekler tüketiyordu: ekmek, tahıl, sebze gibi temel besin maddeleri.
Bugünkü Türkiye’de de mülkiyet sahipliği, özellikle büyük şehirlerde toprak ve gayrimenkul sahibi olanlar ile olmayanlar arasında ekonomik ve sosyal bir ayrışma yaratıyor. Özellikle büyük kentlerde lüks restoranlarda, daha yüksek fiyatlı, ithal ve egzotik yiyecekler tüketen üst sınıflar ile daha sade, uygun fiyatlı ve yerel ürünlere dayalı beslenme alışkanlıklarına sahip alt sınıflar arasındaki fark belirginleşiyor. Örneğin, Türkiye’de üst gelir gruplarının organik ve ithal gıda tüketimi artarken, alt gelir grupları daha uygun fiyatlı, işlenmiş ve yerel gıdalara yönelmek zorunda kalıyor. Bu durum, eski feodal dönemin lüks ve sade sofraları arasındaki uçuruma benzer bir ayrım yaratıyor.
Feodal dönemde büyük ziyafetler, lordların güçlerini ve zenginliklerini sergilemek için bir araçtı. Bu tür gösterişli yemekler, sadece yemeğin tüketildiği değil, aynı zamanda toplumsal statünün gösterildiği, politik ilişkilerin kurulduğu ve sosyal ağların genişletildiği bir platformdu. Massimo Montanari’nin kitaplarında(Kıtlık ve Bolluk: Avrupa’da Yemeğin Tarihi, Çileklerin İsyanı) sıkça belirttiği gibi, ziyafetler hem toplumu bir araya getiriyor hem de sosyal hiyerarşiyi pekiştiriyordu.
Bugün Türkiye’de de benzer bir eğilimi gözlemlemek mümkün, ancak bu defa sosyal medyanın etkisiyle toplumsal gösteriş farklı bir boyut kazanmış durumda. Özellikle Instagram ve YouTube gibi platformlarda, lüks restoranlarda yemek yiyen, gurme tatlar deneyimleyen ya da evde özenle hazırlanmış sofralarını sergileyen bireyler, toplumsal statü sembolü olarak yemek kültürünü kullanıyor. Ünlü şef restoranları ve fine dining mekanları, modern birer “ziyafet” alanına dönüşmüş durumda. Bu mekanlarda yemek yemek, kişinin sosyal statüsünü göstermenin bir yolu haline gelirken, sosyal medyada bu deneyimleri paylaşmak da modern çağın “güç” ve “prestij” sembollerinden biri olarak ortaya çıkıyor.
Feodal dönemde köylülerin diyetleri sade, dayanıklı ve besin açısından dengeli, ancak çeşitlilikten yoksundu. Köylüler genellikle tahıl, sebze ve ekmek gibi ucuz ve kolay erişilebilir yiyeceklerle beslenirken, et tüketimi oldukça sınırlıydı. Kıtlık dönemlerinde bu temel yiyecekler bile zor bulunur hale geliyordu. Hildegard Hammerschmidt-Hummel’ın bu konu özelindeki araştırmaları, köylü diyetinin ekonomik dengesizliklerin bir göstergesi olduğunu sıkça vurguluyor.
Türkiye’de gelir farklarının artması, beslenme alışkanlıklarını da doğrudan etkiliyor. Özellikle kırsal bölgelerde ya da düşük gelirli şehirlerde yaşayan halkın beslenme biçimleri, feodal dönemin köylü sınıfını andırıyor. Tahıl, makarna, ekmek ve ucuz baklagiller gibi temel yiyecekler hâlâ bu kesimlerin diyetinin önemli bir parçası. Et tüketimi ise daha çok bayram gibi özel günlere veya daha varlıklı dönemlere özgü. Kırsal alanlarda yaşayan birçok kişi kendi yetiştirdiği ürünleri tüketiyor, bu da doğrudan üretimle ilişkili sade bir diyet oluşturuyor. Öte yandan, şehirlerde yaşayan ve daha yüksek gelir grubuna mensup kişiler, daha fazla et ve ithal ürün tüketimi ile çeşitlilik açısından zengin sofralar kurabiliyorlar. Bu durum, sınıflar arasındaki gıda tüketim farklılıklarını derinleştiriyor.
Feodal dönemde, yemek pişirme ve mutfak işleri genellikle kadınların sorumluluğundaydı. Ortaçağ toplumlarında, kadının evdeki rolü, yemeği hazırlamak ve aileyi beslemek üzerine kuruluydu. Caroline Walker Bynum’un araştırmalarında ve “Holy feast and holy fast : the religious significance of food to medieval women” kitabında da vurguladığı gibi, kadınlar hem fiziki hem de sembolik olarak besleyici figürler olarak görülüyordu.
Bugünkü Türkiye’de de benzer bir eğilim devam ediyor, ancak değişim de gözlemleniyor. Geleneksel aile yapılarında hâlâ kadınlar yemek hazırlama sorumluluğunu taşısa da, modernleşme ve kadınların iş hayatına daha aktif katılımıyla birlikte bu roller dönüşmeye başladı. Özellikle büyük şehirlerde yaşayan eğitimli ve çalışan kadınlar, mutfak işlerini daha çok eşleriyle ya da profesyonel hizmetlerle paylaşırken, kırsal bölgelerde ve geleneksel aile yapılarında kadının yemek hazırlama sorumluluğu güçlü bir şekilde devam ediyor. Ancak sosyal medya ve yemek programlarının popülerleşmesiyle birlikte, erkeklerin de mutfakta aktif rol oynadığı bir görüntü ortaya çıkmaya başladı. Yine de, Türkiye’de yemek hazırlama işi cinsiyetçi bir yapı içinde varlığını sürdürüyor.
Feodal dönemde baharatlar, soyluların sofralarında prestijli bir yere sahipti. Baharat ticareti, sadece yemeğe lezzet katmak değil, aynı zamanda zenginliğin ve gücün bir sembolüydü. Paul Freedman’ın “Doğu’nun Armağanı Baharatın Yolculuğu” kitabında baharatların feodal dönemde nasıl bir statü sembolü olduğunu ortaya koyuyor.
Bugünkü Türkiye’de de ithal ve lüks gıdalar, üst sınıfların sofrasında aynı rolü oynamaya devam ediyor. Organik ürünler, ithal peynirler, deniz mahsulleri ve egzotik meyveler, tüketim alışkanlıkları ile sınıfsal farkları belirginleştiriyor. Gelir düzeyi yüksek olan kişiler, bu tür ürünleri daha rahat bir şekilde tüketebilirken, daha alt gelir grubundaki bireyler bu ürünlere ulaşmakta zorlanıyor. Türkiye’de ekonomik krizler ve döviz kurlarındaki dalgalanmalar, bu tür lüks ürünlerin fiyatını daha da artırırken, sınıfsal ayrımın gıda tüketimi üzerinden nasıl derinleştiğini gösteriyor.
Özetle, üst sınıfların lüks tüketim alışkanlıkları ve sosyal medyada sergilenen prestijli yemekler, eski feodal dönemin ziyafetlerine benzer bir güç ve statü gösterisi sunuyor. Aynı zamanda, düşük gelirli kesimlerin daha sade ve yerel beslenme biçimleri, toplumsal eşitsizliği besleyen bir başka yansıma olarak karşımıza çıkıyor. Bu benzerlikler ve farklılıklar, tarih boyunca yemek kültürlerinin toplumsal yapıları nasıl şekillendirdiğini ve günümüzdeki tüketim alışkanlıklarının geçmişle nasıl ilişkilendiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Feodal dönemle bugünün Türkiye’si arasındaki bu karşılaştırma, yemek kültürünün ve toplumsal yapıların tarihsel sürekliliğini ve değişimini gözler önüne seriyor, aynı zamanda toplumsal eşitsizliklerin zaman içindeki dönüşümünü ve devam eden etkilerini anlamamıza olanak tanıyor.
***
Feodal dönem yemek kültürü ve yemeğin tarihsel ve sosyolojik etkileri üzerine ilgili yazar ve araştırmacıların çalışmalarından faydalanabilirsiniz;
Jean-Louis Flandrin, Massimo Montanari, Paul Freedman , Hildegard Hammerschmidt-Hummel , Caroline Walker Bynum, Fernand Braudel
Dinç Yıldız I Gastronomi Stratejist